Sosyal Medyaya Sohbet Robotları Geliyor!1 sene ÖNCE
Sosyal Medyaya Sohbet Robotları Geliyor!Araştırma sonucuna göre, Türk toplumunda yaşayan insanların yüzde 92’si diğer insanlara güvenmiyor
Birleşmiş Milletler’in (BM) 2014 İnsani Gelişme Raporu’nda yer alan bir araştırmaya göre, Türkiye’nin ‘topluma ilişkin algıları’ ölçülürken, ‘diğer insanlara güveniyor musunuz’ sorusuna gelen ‘evet’ yanıtı yüzde 8 olarak belirlendi. Başka bir deyişle, Türk toplumunda yaşayan insanların yüzde 92’si diğer insanlara güvenmiyor.
Türk toplumu sadece kişilere değil kurumlara da güvenmiyor. MetroPOLL Araştırma Şirketi tarafından Haziran (2014) ayında yapılıp, sonuçları Temmuz ayında yayınlanan araştırmanın sonuçlarına göre ise, halkın başta medya olmak üzere tüm kurumlara olan güveni de giderek azalıyor.
Kimse kimseye güvenmiyor. Herkes karşısındaki kişiye kuşkuyla yaklaşıyor. Her an aldatılacağı, kazıklanacağı, ihanete uğrayacağı endişesiyle sürekli tedirgin ve savunma halinde. Dolayısıyla ilişkilerinde hep bir mesafeli, ölçülü.
İş ya da özel yaşamda hiçbir zaman önyargısız, çıkarsız, içten ilişkiler kurulamıyor
Toplumun büyük çoğunluğu tarafından yaygın olarak kullanılan sosyal medyada da durum farklı değil. Birbirlerine sürekli kuşkuyla yaklaşan kişiler, gerçek hayatta olduğu gibi online ortamda da ‘özseverlik’ (narsisizm) yarışı içerisindeler.
Toplumun üstyapı kurumlarında da benzer rahatsızlıklar yaşanıyor. Her geçen gün bir yenisi ortaya çıkan gizli dinlemeler, kayıtlar, tape’ler nedeniyle herkes tedirgin, kaygılı, kuşkulu. Siyasal parti liderlerinin söylemleri çok sert ve ötekileştirici. Yasama, yürütme ve yargı organları birbirlerine olan güvensizlik nedeniyle sürekli çekişme halindeler.
Kişilerin ve toplumun ruh sağlığı tehlike sinyalleri veriyor
Yaşam bir tiyatro sahnesi gibi, herkes oynuyor! Kimi kendisi yazıyor, kimi de hazır bulduğu oyuna katılıyor. Kimileri profesyonelce oynuyor, hiç çaktırmıyor, karşısındakinde en küçük bir kuşku bile uyandırmıyor. Çoğunluk çok amatörce oynasa bile, bütün bu olup bitenlerin kadrolu izleyicileri tarafından hep alkışlandıkları için, kendileri de “rollerine” inanmaya başlıyorlar ve iyi oynadıkları yanılgısına kapılıyorlar…
“…mış gibi yaşıyor” çoğunluk; üstelik ayrımında bile olmadan. Çünkü, ‘gerçeğini’ yaşamak zor geliyor; emek istiyor, yürek istiyor, sevgi istiyor. Erdemlilik, bilgelik gerektiriyor. Bu ‘fastfood dünyada’ bütün bunlarla uğraşmaya değer mi canım! ‘Gözlerini kaparsın, vazifeni yaparsın’ ve de çevir kazı yanmasın!
Kaç kişi olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olabiliyor? İçinden geldiği gibi davranabiliyor? Herkes ‘politik’ ya da ‘diplomatik’ davranıyor. ‘Özgürlük’ ile ya hiç tanışılmamış ya da çoktan unutulmuş. Kendisiyle yüzleşebilecek kadar iç dünyasıyla barışık, vicdanıyla iyi geçinebilecek kadar da cesur yürekli kaç kişi kaldı?
“Yalan makinesi” benzeri, kişinin iç dünyasını olduğu gibi yansıtan bir araç geliştirilse ama geçmişine de dönük tüm yaşamını sorgulayabilse ve yaşamı boyunca neleri inanarak, içinden gelerek, yürekten benimseyerek, zevk alarak yaptı; nerelerde inanmadığı, benimsemediği, üstelik nefret ettiği halde “rol yapmak” zorunda kaldığını ortaya çıkarsa acaba kaç kişi ‘sağlam’ çıkardı?
İnanmadığın, beğenmediğin, sevmediğin, üstelik karşı olup eleştirdiğin bir yaşam biçimi içerisinde yer almak zorunda kalmak; seçenek oluşturamamak, ne kadar kötü bir şey…
Ve ne yazık ki, yaşadığımız acı bir gerçek
Özellikle büyük kentlerin toplumsal yaşamında bugün gelinen durum ve yapay oluşan kültür biçimi, genellikle insanın “doğasıyla” çelişiyor. Bu ölçüde de, birlikteliğinde ruhsal sorunları getiriyor. En çok satılan ilaçların başında ‘antidepresanların’ gelmesi boşuna değil.
Tam anlamıyla bir “sürü” yaşam biçimi…
Sürüden ayrılanı kurtlar kapar korkusuyla umarsız boyun eğmişlik, kayıtsız koşulsuz teslimiyet…
Salt bireysel değil, toplumsal ikiyüzlülük de salgın hastalığa dönüşmüş durumda ve hızla yayılıyor. İnsanlık onuru ise ayaklar altında.
Yürekler metalize, duygular dijital, aşklar sanal olmuş
Yaşamlar ‘tüketim’ üzerine kurulmuş ve de kuruluyor. Hiçbir kültürel altyapısı olmayan, soluk soluğa, çılgın bir tüketim yarışı… Bu toz-duman içerisinde kazananı ve kaybedeni görülemeyen ve ne yazık ki hiçbir zaman da ayrımsanamayacak sonsuz bir yarış. Dolayısıyla, hazırlıksız yakalanan insanlar, pazarlama-reklam-medya güdümünde, tam bir şaşkınlık, panik içerisinde ve gözü dönmüşçesine, başta teknoloji olmak üzere, her şeyi tüketiyorlar…
Biraz daha fazla tüketebilmek uğruna da, gecelerini gündüzlerine katıp, kan-ter içinde başka ‘tüketicilere’ en iyi biçimde hizmet etmek için çalışıyorlar. Daha çok ve rahat tüketebilsinler diye hiçbir özveriden kaçınılmıyor! Büyük kentlerde, peş peşe dev alışveriş merkezleri açılıyor. Bütçelerin yetmediği ya da teknolojinin yenilemeye yetişemediği alanlarda ve doymuş pazarlarda, sağ olsunlar bankalar devreye giriyorlar. İşporta tezgahlarında kredi kartları verilmeye çalışılıyor. “Ne alırsan peşin fiyatına 9 ay taksitle!” Gereksinmenin olması koşul değil, yine de al..al..al… Ne kadar çok alırsan üstelik, o kadar bonus-parapuan!
Altı ay sonra kapına, elinde pembe kağıt dosyalı birileri dayanmış ne gam…
İnsanlar salt ‘tüketmek’ için, ‘tükenip’ gidiyorlar. Yeni yüzyılın adı bugünden belli oldu : “Cilalı Teknoloji Devri” ya da “Sınırsız Sorumsuz Tüketim Çağı”…
Ve bu yeniçağda, “bir şey” sessiz sedasız ortadan kayboluyor
Romen Diyojen, hani şu fıçıda yaşadığı, hatta Sinop dolaylarından olduğu rivayet olunan, ilkçağ düşünürlerinden. Yaz mevsimi, aylardan da Haziran. Bir öğle vakti, güneş tam tepede pırıl pırıl parlarken elinde fenerle sokaklarda harıl harıl bir şeyler arıyor. Görenler anlam veremiyorlar, merak ediyorlar. Sonunda dayanamayıp, soruyorlar : “Üstat hayrola ne yapıyorsun? Ne arıyorsun böyle?” Diyojen, meraklı topluluğu yanıtlıyor : “İnsan’ı arıyorum!”
Diyojen’in belki bulma şansı vardı. Bizimse gittikçe azalıyor…