Sosyal Medyaya Sohbet Robotları Geliyor!1 sene ÖNCE
Sosyal Medyaya Sohbet Robotları Geliyor!Marmaray’ı merak eden gelin-damat’ın sürpriz ziyareti AA’na haber oldu. Bizim de aklımıza, Aziz Nesin’in oğlu Ahmet Nesin’in bloğunda paylaştığı Aziz Nesin’in ilgili bir öyküsü geldi.
Biz havaalanını da deveyle açarız, denizaltı tünelini de, kimi evliliklerimizi de duayla yaparız, arabaya besmeleyle girer kucağımıza bebekleri oturturuz. İşin içine din girdi mi teknolojinin lafı bile olmaz, hastamızı okutur, sonra da doktor öldürürüz. Sonra da bunları normal olaylarmış gibi televizyonlarda çıkar tartışırız. Kimi profesörler bunları savunurken salak salak “Adam haklıymış” diyenlerimiz olur. Sabah Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak da dünkü yazısında mühendislerin Marmaray’daki endişesini belirtip, yazısını “Allah kazadan beladan kem gözlerden sakınsın…” diye bitirmiş. Ülkenin başbakanından yazarına, aydınından siyasetçisine böyle olunca Aziz Nesin’in boşuna yaşamadığı ortaya çıkıyor. Bütün bunları yaşarken onun Garba Açılan Pencere öyküsünü paylaşmak istedim sizle.
GARBA AÇILAN PENCERE
– Bizim orası küçük yer, taşra ili… Küçük yerde büyük görünmek kolay oluyor. Ben de daha lisenin onuncu sınıfındayken, ilin tek gazetesine başyazılar yazmaya başlamıştım. Herkes “Kalemi kuvvetli maşallah” diyordu.
Liseyi bitirdiğim yıldı. Bizim İl’e demiryolu ulaştı. İlk tren gelecek. Herkeste bir hazırlık, bir hazırlık…
Müftü Efendi bizim uzaktan akrabamız olur. Bana bir haber gönderdi: “Aman bir nutuk yazsın, trenin geldiği gün okuyacağım…”
Müftü Efendi çok sayılan bir bilgin kişi. Çocukluğumuzdan beri büyük, küçük hep böyle duymuşuz. Bize göre, Müftü Efendi’nin bilmediği hiçbir şey yok. Gencimiz, yaşlımız buna inanmışız. Sanırım, Müftü Efendi o zaman yetmişini geçkindi. Bembeyaz uzun sakalı vardı. Evinden pek seyrek çıkardı. Böylece ağzından dökülen her hece, ayrı bir değer kazanırdı. Biz onun çok derin bilgisini, bu susuşundan çıkarıyorduk.
En çok bildiği tarih, bizim ilin tarihiydi. Bütün il sınırlan içinde geçmiş olayları bilirdi. Şu evde kimler yaşamış, neler yapmışlar, eski yangınları, Bizanslılar zamanını, İslam ordusunun bu kenti zaptını, her şeyi, her şeyi bilirdi. Bütün kent halkı Müftü Efendi’yle övünürdük. Vali, Belediye Başkanı filan, bunların hepsi Müftü Efendi’den çok sonra gelirdi. Büyüklerden biri şehrimize gelse, hemen ziyaretine gider, Müftü Efendi’nin elini öperdi.
İşte bu denli ağır ve önemli kişi olan Müftü Efendi’nin, şehrimize ilk trenin gelişi günü yapılacak törende bir nutuk söylemesi gerekiyordu. O da bu çok önemli nutku yazma görevini bana vermişti. Bu işin ağırlığı altında ezildim. O yaşta, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirleri bile daha görmemişim, ilk trenin gelişinde neler söylemenin gerekli olduğunu bilmiyordum. Bütün bilgim, okuduğum birkaç kitaptan, gazete ve dergi yazılarından geliyor.
Çok sıkı çalışarak üç günde, bir nutuk hazırladım. Müftü Efendi’ye amcamla gönderdim.
Trenin ilk gelişi günü büyük tören yapıldı. Bütün şehir halkı istasyona yığıldı. Lokomotif geldi. Kurbanlar kesildi. Önce Vali bir nutuk söyledi, arkadan Müftü Efendi…
Ben, Müftü Efendi’den daha heyecanlıydım.
“Tren, garba açılan bir penceredir. Bu pencereden ziya girecek, yalnız ziya değil başka şeyler de girecek. Medeniyet, tekerleklerin üstüne binerek bize kadar geldi. Tekerlek ne demektir?.. Tekerlek, medeniyetin ayağıdır. Tekerlek olmasaydı, dünyada hiçbirimiz olamazdık. Biz bugün tekerleklerin sayesinde ilerliyoruz. Şu tünele, şu dağların içine açılmış deliklere bakınız. Şu gördüğünüz delikten neler doğacak neler. Nurlu istikbal bizimdir.Bu bir hazinedir. Eline geçirdiğin bu hazineyi iyi kullan hemşehriii! İyi kullanırsan, çok para kazanırsın, zengin olursun, itibarın artar.
Tekerlekler, raylar üzerinde kayacak, Her seferi seni zengin edecek hemşehri! Kaç sefer olursa o kadar kârlısın. İş yol açılıncaya kadardı. Bir kere yol açıldı ya, artık bütün hemşehrilerimiz bu yolun üstünden kolaylıkla gidip gelecektir. Mallarımızın değeri artacaktır. Sen de malının değerini, kadrini bil!..
Cumhuriyet sayesinde önümüze gelen bu malın kıymetini bilelim; binerken, üstüne basarken, içine girerken titremeliyiz. Dikkatli binmezsek bozulur, sonra bizden başkaları kullanamaz. Elin, yabancının malı değil ki hor kullanalım. Kendi malımız, bütün hemşehrilerimizin. Hepimizin ortak malımız..”
Ondokuz yaşında, taşra lisesini yeni bitirmiş bir genç başka ne yazabilir, işte böyle şeyler…
Müftü Efendi’nin nutku, umulandan da çok alkışlandı. Öbür nutuklardan hiçbiri, Müftü’nün nutkunun etkisini yapmadı. Alkış kıyamet…
Herkes “Bizim Müftü gerçekten derin hoca…”demeye başladı. Doğrusu, Müftü Efendi de nutku hem iyi ezberlemiş, hem de güzel, heyecanlı söyledi. O günden sonra, nerede bir tören, bir toplantı olsa, Müftü Efendiyi nutuk söylemeye çağırdılar. Müftü Efendi de her gittiği yerde hep o nutku tekrarlayıp durdu.
Yalnız nutkun içinden “tren” kelimesini çıkarıyor, geri kalanlarını olduğu gibi söylüyordu. Nutuk herkese o denli güzel geldi ki, hiçbirimiz nutku tekrar tekrar dinlemekten bıkıp usanmıyorduk. Cumhuriyet Bayramı’nda, bir kereste fabrikasının açılışında, büyüklerden birinin şehre gelişinde, hep bu nutuk söylendi.
Ziya adında bir akrabamız var, babası çok zengin. Bunlar İstanbul’dan bir gelin getirdiler. Görülmemiş, duyulmamış bir düğün yapıldı. Düğün ziyafetine; şehrin bütün ileri gelenleri çağrıldı. Biz de gittik. Aile çok mutaassıp, ama son derece mutaassıp… Kadınlarla erkekler ayrı odalarda yemek yiyoruz.
Ne de olsa gelin İstanbullu olduğundan, yemekten sonra kadın erkek hep bir araya toplanıldı. Müftü Efendi’ye konuşması için rica edildi. Doğrusu, Müftü Efendi konuşmak istemedi. Ama öyle zorladılar ki, adamcağız konuşmak zorunda kaldı.
Ayağa kalktı, başladı konuşmaya:
“Muhterem hemşehrilerim!
Yeni kurulan bu yuva, garba açılan bir penceredir. “
Daha nutkun başında bir hoşnutsuzluk mırıltısı başladı. Ailenin pencereye, hele garba açılan pencereye benzetilmesi, bizim mutaassıp çevremizin insanlarını sinirlendirdi.
Müftü Efendi gelini göstererek devam etti:
“Bu pencereden ziya girecek, yalnız ziya değil, medeniyette girecek…”
Zaten İstanbul’dan kız aldığı için yayılan dedikodulardan sinirli olan damat Ziya’nın kaşı, gözü oynamaya başladı. Ziya’nın elleri titriyordu.
Müftü Efendi devam etti:
“Medeniyet, nur gibi medeniyet, tekerleklerin üstüne binerek bize kadar geldi.Onu hepimiz kucaklayıp bağrımıza basacağız. Çünkü o hepimizindir.”
Sinirli, kızgın öksürüklerle nutuk kesiliyordu.
“İşte karşınızda tekerlek!.. Tekerlek ne demektir? Tekerlek olmasaydı, dünyada hiçbirimiz olamazdık. Tekerlek medeniyettir. Biz bugün tekerleğe, medeniyetin tekerleğine kavuştuk. “
Damat Ziya elini arka cebine attı. Bir cinayet olabilirdi. Bu gergin havada Müftü Efendi, nutkuna devam etti:
“Şu tünele bakınız! Bu delikten neler doğacak, neler! Nurlu istikbal bizimdir.”
Yer yer yükselen mırıltıları, her zamanki gibi başarısının sesli gösterisi sanan Müftü Efendi, damat Ziya’ya dönerek şöyle dedi:
“Bu bir hazinedir! Eline geçirdiğin bu hazineyi iyi kullan hemşehri! İyi kullanırsan çok para kazanırsın, zengin olursun, memlekette itibarın artar. İşler eskisi gibi zor değil artık. Her seferi seni zengin edecek. Kaç sefer olursa o kadar kârlısın genç hemşehri!.”
Arkadaşları, damadın elini tutmasalar, kan dökülecekti.
Kayınpeder, Müftü Efendi’nin kulağına bişeyler söyledi..Ağır işiten Müftü Efendi, başını salladı, nutkuna devam etti:
“İş, bir kere yol açılıncaya kadardır. Yol açıldı ya, herkes rahat rahat gidip gelecek. Arkadaş, Cumhuriyetimizin sayesinde sahip olduğumuz bu kıymetli malın değerini bilelim; binerken, üstüne basarken, içine girerken titremeliyiz. Dikkatli binmezsek, çabucak bozulur, başkaları istifade edemez, yabancının malı değil ki, hor kullanalım. Kendi malımız..”
Arkadaşları dışarı çıkardıkları için, damat Müftü Efendi’nin sözlerinin sonunu duymamıştı.
Nutuktan sonra bir soğuk hava esti…Müftü Efendi, neden alkışlanmadığına çok şaştı!!!…
Üç gün sonra da Ziya, İstanbul’dan getirdiği güzel gelini geri gönderdi. Boşandılar…